63.Bölüm-İnançlar; İbâdetler; Haller; Makâmlar-8-(İhsân)

4 – İhsâna gelince;

İhsân bir makâmın ismidir ki, o makâmda ilâhî kul, ilâhî isimlerin ve sıfatların eserlerini tetkîktedir.

İbâdet ettiği zaman kendisinin ilâhî huzurda olduğunu tasavvur eder. Dâima ibâdette halleri, bu bakıştan hariç olmaz.

İhsân derecelerinin en düşüğü, ihsân sâhibi olan kimsenin ilâhî bakış altında bulunduğuna nazar etmesidir.

Bu hâl murâkebe derecelerinin başlangıcıdır. Murâkabe ise, ancak yedi şart ile kemâle erer. O yedi şart da; Tevbe, inâbe, zühd, tevekkül, tefvîz, rızâ ve ihlâstır.

(1)Tevbe;

Tevbe etmiş olan kimse tekrar günah işlemeye dönerse, bu hâliyle Hakk’ın kendisine baktığını murâkabe edemez ve Hakk’ın bakışının altında bulunduğuna da nazar edemez; ya’nî tefekkür edemez.

Çünkü bir kimse Hakk’ın kendisini gördüğüne nazar ederse, o kimsenin mânevî kuvvetleri ve kalbi âsîliğe cesâret edemez.

Bundan dolayı muhsin ya’nî ihsân sâhibi ile ihsân makâmının altında bulunan sâlihlerin, mü’minlerin, müslimlerin tevbesi, yalnız günahtandır.

Şehâdet makâmı ehlinin tevbesi, hatırına âsîlik fikrinin gelmesindendir.

Sıddıkiyet makâmı ashâbının tevbesi, kalbine Allah’dan başka bir şeyin gelmesindendir.

Mukarrabînin tevbesi, kalbe âit hallerin altına girmektendir. Çünkü kalbe âit haller mukarrabîni hükmü altına alamaz.

Bu çok büyük yükseliş ise, rahmânî istivânın tahakkukundan ibârettir. Rahmânî istivâ tahakkuk edince, her telvînde temkîn ya’nî her renklenmede mekânda kararlılığın oluşması zarûrîdir.

Bunu ehli bilir.

(2) İnâbe;

İnâbenin ihsân makâmında şart koşulmuş olması şundan dolayıdır ki, ilâhî kul ilâhî heybeti düşünerek noksanlıklardan ferâgat ederek Cenâb-ı Hakk’a inâbe etmedikçe (âsîliklerden tevbe edip dönmedikçe), murâkabesi geçerli değildir.

Şu halde muhsin olanların ve muhsinlerin altında bulunan salihlerin, mü’minlerin, müslimlerin inâbesi ilâhî yasakların hepsindendir.

İlâhî yasaklardan sakınanların ilâhî emirlerle hareket edecekleri ve ilâhî sınırları muhâfaza edebilecekleri mâlumdur.

Bu bir makâmdır ki, sıddıklarda bu makâmın tahakkuk etmesi zordur. Sıddıklara dâhil olanlardan hemen hepsi, ilâhî zât ile berâber oldukları zannına kapılırlarsa da, işin hakîkati öyle değildir. Onlar isimlere ve sıfatlar ile berâberdir.

Onların vâhidiyyet ya’nî birliksellik şarâbıyla sarhoş olmaları, kendilerini işin hakîkatini akletmekten yana alıkoymuştur.

Şâyet “sıddıklar, zât ile beraberdir” demek istersen, yine bu sözü “isimler ve sıfatlar vasıtasıyladır” kaydıyla kayıtlayarak söylemelidir.

Muhakkikler böyle değildir. Onlar kayıtsız olarak zât ile beraberdir. Belki muhakkikler zât ile berâber, zât ile zâttadır. Muhakkikler kurbiyyet makâmının tamamı ile ehlidirler. Bunun beyânı inşaallah aşağıda gelecektir.

(3) Zühd

Zühdün ihsân makâmında şart olmasının sebebi şudur ki, Cenab-ı Hakk’ı murâkebe eden kimsenin, dünyâya iltifât etmemesi şarttır.

Köleye bir bak! Efendisinin huzûrunda bulunduğu zaman bilir ki, efendisi ondan hizmet istemektedir. Köle bunu bildiği için kendi zâtî işlerinden ferâgat ederek, efendisinin emredeceği, emrettiği şeyi işlemekle meşgûl olur.

Muhsinlerin ve onların daha altındaki salihlerin, mü’minlerin, müslimlerin zühdü dünyâdan ve dünya lezzetlerindendir.

Şâhidlerin zühdü, dünyâ ve âhiretin hepsindendir.

Sıddıkların zühdü, bütün mahlûklardandır. Bunlar ancak Hakk’ı ve Hakk’ın isimlerini ve sıfatlarını müşâhede ederler.

Mukarrabînin zühdü, isimler ve sıfatlar ile beraber bekâdadır. Bunlar zât hakîkati mertebesindedirler.

(4) Tevekkül;

Tevekkülün ihsân makâmında şart koşulmasının sebebi şudur ki, bir kimse Cenâb-ı Hakk’ın kendini gördüğünenazar ederse, o kimsenin bütün işlerini, Cenâb-ı Hakk’a havâle etmesi de şarttır. Çünkü Cenâb-ı Hak o kimseye âit işleri daha çok bilebilir. Bundan dolayı tevekkül edici olan, kudret elinde olmayan şey hakkında nefsini yormaz.

Tevekkülün şartına gelince: Efendisi neyi işlemek istiyorsa, kölenin ona teslimiyetidir. İşte “alâllâhi fe tevekkelû in küntüm mü’minîn” ya’nî “eğer îmân ettiniz ise, artık Allah’a tevekkül ediniz” âyetinin manâsı budur.

Bu mertebe sâlihlerin mertebesi değildir. Çünkü sâlih olanlar ve onların altında bulunanlar Allah’a tevekkül ederlerse de onların tevekkülü, Cenâb-ı Hakk’ın onların istediğini yapması emeline dönüktür.

Bu ma’nâ, “ve men yettekıllâhe yec’al lehu mahrecâ; yerzukhu min haysu lâ yahtesibu” ya’nî “Her kim Allah’tan ittikâ ederse, (Allah) o kimse için bir çıkış yolu halk buyurur ve o kimseyi hesâp etmediği yönden rızıklandırır” (Talâk; 65/2-3) âyetinin ma’nâsıdır.

Muhsin olanların tevekkülü böyle değildir. Onlar Cenâb-ı Hak neyi murâd ediyorsa, kendilerine onu işlesin diye tevekkül ederler. Bu sınıf, üstteki âyetin devâmındaki;

“ve men yetevekkel alâllâhi fe huve hasbuhu, innallâhe bâligu emrihî, kad cealallâhu li külli şey’in kadrâ” ya’nî “Kim Allah’a tevekkül ederse, artık ona O kâfîdir. Muhakkak Allah emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir kader tâyin etmiştir” (Talâk; 65/3) âyetinin ma’nâsına dâhildirler.

Muhsinlerin tevekkülü; işleri Cenâb-ı Hakk’a havâle etmekten ibârettir.

Şâhidlerin tevekkülü; sebebleri ve vâsıtaları kaldırmaktan ibâret olup, onların bakışı müsebbibe ya’nî sebebleri yaratana ve müsebbibin kendileri hakkındaki tasarruflarına âittir.

Bundan dolayı onların tevekkülü demek, irâdelerini, ilâhî irâdenin aynı kılmak demektir. Onlar için bir şey talep etmekte seçilmiş kendilerine mahsûs tercîhleri yoktur. Belki Cenâb-ı Hakk’ın irâdelerinin hepsi, onların tercîhi ve irâdeleridir.

Sıddıkların tevekkülü; kendi zâtî işlerini, Hakk’ın zâtî işlerine çevirmekten ibârettir. Bunlar kendi nefislerine aslâ bakmazlar. Bunlar müşâhedede gark olma, vücûdda helâk olma ile tevekkül etmişlerdir.

Muhakkiklerin tevekkülü; besât-ı temkinden sonra, inbisâtın yokluğundan ibârettir. Ya’nî Hakk’ın zâtına kâmil olarak ulaştıktan sonra sırları gizlemekle mutlak sukûnetten ayrılmazlar demektir.

(5) Tefvîz;

Tefvîz ile teslîm ikisi bir ma’nâyadır. Aralarındaki fark pek azdır.

Fark şudur ki;

Müsellim olan ya’nî irâdesini Hakk’a teslim eden kimse, işlerini teslîm ettiği Hak’tan kendisine gelecek şeylerden ba’zısına râzı olmaz.

Müveffiz, böyle değildir. İşlerini tefvîz ettiği Cenab-ı Hakk’ın işlediği ve işleyeceği her şeye râzıdır.

Teslîm ile tefvîz vekâlete yakındır. Vekâletle teslîm ve tefvîz arasındaki fark şudur ki;

Vekâlette, vekîle tevekkül edilen işlere âit husûslarda, vekîl tâyin eden için mülkiyet iddiâsı kokusu vardır.

Teslîm ile tefvîz böyle değildir, onlarda bu koku yoktur.

Muhsinlerle onların altında bulunanların Hakk’a bütün işlerini tefvîz etmesi; Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine vermiş olduğu işlerin salâhiyetinin hepsini Hakk’a döndürmeleri demektir. Bunlar, mülkiyet davasından berîdirler. Belki her işlerini Hakk’a havâle ederler. İşte onların tefvîzi budur.

Şâhidlerin tefvîzi; Cenâb-ı Hak kendilerini ne şekilde çevirirse, o şekilde Cenâb-ı Hakk’a karşı sukûnda olmalarıdır.

Bunlar, ilâhî fiilleri kendi nefislerinde ve başkalarında da tetkîk ederek işlerin dizginlerini Hakk’a tefvîz etmişlerdir.

Hak, bunların reylerine hâkimdir. Ya’nî Cenâb-ı Hak, bütün mahlûkların alınlarından tuttuğu gibi, bunların alınlarından da özellikle tutmuştur.

Kısaca bunlar, işleri tamâmı ile Hakk’ın irâdesine bırakarak, amellerinde fâil olma da’vâsından ferâgat etmişlerdir. Bunun içindir ki, ne mükâfat, ne de cezâ talep etmezler. Çünkü bunlar nefisleri için bir fiil olduğuna inanmadıkları için mükâfat ve cezâyı hakedişi de düşünmezler.

Sıddıkların tefvizi; tecellîlerin çeşitliliğinde, ilâhî cemâli tetkîk etmekten ibârettir. Bunlar bir tecellîyi bırakıp, diğer bir tecellî ile kayıtlanmazlar. Belki tecellîlerin hepsini ilâhî tecellînin açığa çıkmasına tefvîz etmişlerdir.

İlâhî tecellî ne şekilde açığa çıkarsa makâmın gereğine göre isim, sıfat, mutlaklık, kayıtlılık gibi hallerde, sâdece tecellînin açığa çıkışını müşâhede ederler.

Mukarrabînin tefvîzi; mahlûklar üzerine cereyân eden ilâhî kalemin sırlarına âit her neye vâkıf olurlarsa ona karşı feryâd ve figân etmezler.

Bunlar vücûdda hiç bir şey ile tasarruf etmezler. Belki bunlar işleri Hakk’a tefvîz ederek, “Hak mülkünde dilediği gibi tasarruf eder” derler.

“Ümenâ-i üdebâ ya’nî edeblilerin emînleri” bunlardır.

Bunlar ilâhî sırları hiç bir zaman ifşâ etmezler ve nâil oldukları bu yükseklik ile başkalarının üzerine yücelik talep etmedikleri gibi, insanların işlerine fesât karıştırmak da istemezler.

Bunların halk ile muâmelesi, halkın birbiri ile olan muâmelesi gibidir.

Sırlar perdesini yırtacak hiç bir şey vermezler ve emirlerinin geçerliliğini göstermezler. Belki bunlar, madde bedenleriyle halk ile berâber olup rûhlarıyla ilâhî yakınlıkta bulundukları için insanlardan uzaktırlar.

(6) Rızâ;

İhsân makâmında rızâ, kazâdan sonra olmakla şart koşulmuştur. Kazâdan evvel rızâ, rızâ değil; rızâya azmetmek ve kastetmekir.

Bizim bu izâhlarımızı tarîkat imâmlarından pek çok zât söyleyicidir.

Muhsinlerin ilâhî kazya rızâsı sırf kazâyadır. Çünkü kazâ, ilâhî hükümdür. İlâhî hükme rızâ zorunludur. Fakat kazâ hükmünün bağlandığı şekâvete rızâ lâzım gelmez. Belki muhsinler için o kazâya razı olmamak zorunludur.

Bu muhabbetin içinde kavuşmayı veyâhut ayrılıktan nefreti doğuran veyâhut Hak’tan uzaklıktan dolayı men’ edilme yokluğundan kaynaklanan hiç bir şeyi talep yoktur.

Hak’tan uzak kalma, Hakk’a kavuşma, ilâhî gazab ve ilâhî rızâ hallerinin gerçekleşmesinde de muhabbetten dönmezler. Ve kendilerinin istirahâtına aslâ iltifât etmezler. İşte şâhidlerin rızâsı bu şekilde olur.

Çünkü sıddıklar dâimâ yükselişte oldukları için ilâhî hazrette yolları gittikçe daralır. Çünkü ilâhî kul, fiiller tecellîsinde evvelâ Allah ile berâberdir. Onu bütün mahlûklarda müşâhede eder. Bu mertebeden yükselince müşâhede yeri daralır.

Bu şekilde yükselişte devâm ettikçe, sıddıklarının nazar ettikleri yerlerin daralması zarûrîdir. Bundan dolayı sıddıkların rızâsı, işte bu pek dar müşâhe yerlerinde Hakk’a karşı sükûnları ve sükûtlarıdır.

Bu bir mertebedir ki, akıl ile idrâk edilmesine imkân yoktur. Bu mertebe, keşfe dayalı zevki ya’nî hakîkati bizzat yaşanan bir husûstur.

(7) İhlâs;

Bu ihlâs;

Muhsinlerin Cenâb-ı Hakk’a olan ibâdetleri, ibâdetin ilâhî bir emir olmasından dolayıdır.

Muhsinlerle sâlihler ve sâlihlerin altında bulunan mü’minler ve müslimîn arasında kıyas yapmak lâzım gelirse, tıpkı ücretle tutulan kimse ile hâlis kölenin arasındaki mukâyese gibidir. Ücretle tutulan amelleri için ücret ister, hâlis köle olanlar hizmetleri için ücret istemezler.

“Sahk” ve “mahk” denilen mertebenin hakîkati işte bu tahakkuktan ibârettir.

Allah hakkı söyler, doğru yolu gösterir.