63.Bölüm-İnançlar; İbâdetler; Haller; Makâmlar-9-(Şehâdet)

5 – Şehadete gelince:

Şehâdet iki türlüdür. Küçük şehâdet ve büyük şehâdet.

Küçük şehâdetin çeşitli kısımları vardır. Tek başınayken denizde boğularak ölmek, ishâlden ölmek ve bunlara benzeyen hastalıklarla vefât etmek, küçük şehâdetin kısımlarındandır. Bunlara dâir hadîs-i şerîfler de vardır.

Küçük şehâdet makâmının a’lâsı Allah yolunda savaşta iki saf arasında ölmektir.

Büyük şehâdet, iki kısımdır. Birisi, yüksektir; diğeri düşüktür.

Yüksek olan kısım, bütün mahlûklarda yakîn gözü ile Hakk’ı müşâhededir. Örneğin mahlûklardan bir şeyi görürse, o şeyde dâhil olma, bitişme, ayrılma olmaksızın Cenab-ı Hakk’ı müşâhede eder.

Onun bu müşâhedesi, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’da “fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh” ya’nî “artık ne tarafa dönerseniz, Allah’ın vechi oradadır” (Bakara; 2/115) âyetiyle haber verdiği mertebeyle mutâbıktır.

Biz bu îzâha “Şehâdetin târifinde kesintisiz murâkabenin devâmı şarttır” demekle işâret etmiştik.

İlâhî kul için bu şehâdet yeri, bu makâm geçerli olunca o ilâhî kul Hakk’ı müşâhededir. İşte şehâdet nazar yerlerinin yüksek mertebesi budur.

Bundan aşağısı sıddıklık mertebelerinin girişiyle başlar. Bu da mutlak vücûddan ibâret olup, Rabb’inin vücûduyla kendi nefsinden fânî olmakla tahakkuk eder. Bu tahakkukla sıddıklar dâiresine girmiş olur.

Büyük şehâdetin düşük kısmına gelince;

Bu da Allah’a karşılığında bir bedel ve maksat beklemeksizin muhabbetin bağlanmasından ibârettir. Bu tür muhabbete nâil olan kimsenin Allah’a muhabbeti ilâhî sıfatların ve Allah’ın sevilmeye lâyık olduğuna muhabebetle tahakkuk etmiştir, demektir. Şurası da bilinsin ki; muhabbet üç kısımdır.

Fiilî muhabbet; avâmın muhabbetidir. Bu muhabbet, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbet eden kimseye ihsânından ve o ihsânın artması emelinden dolayıdır.

Sıfatsal muhabbet; seçkinlerin muhabbetidir. Bunlar, Cenâb-ı Hakk’ı cemâli ve celâli için severler. Perdeyi açmak veyâhut örtüyü kaldırmak gibi talebleri yoktur. Belki bunların muhabbeti nefislere âit emellerden hâlistir, pâktır. Çünkü nefsî emeller illetiyle illetlenmiş olan bir kimse Allah muhabbeti için hâlis değildir. Belki nefsî illetten dolayıdır. Cenâb-ı Hakk’ı ihlâs ile seven ise, bu tür hâlden münezzehtir.

Seçkinlerin seçkinlerinin muhabbeti; Zâtî âşıklıktan ibâret olup o âşıklığın kuvvetiyle ma’şûkundaki nûrların hepsi âşıkta tab’ edilmiş olur.

Bu tab’ edilme gerçekleşince, âşıkın, ma’şûk sıfatında vücûd bulması tabîîdir. Bu mes’ele aynı rûhun cesed sûretiyle şekillenmesi gibidir. Bu şekillenmeye sebep ikisi arasındaki âşıklıktır. İnşaallah kitâbın sonunda mukarrabîni anlatacağımız yerde bunun îzâhı gelecektir.

Kısaca, avâmın muhabbeti, fiilî muhabbet; şâhidlerin muhabeti,sıfatsal muhabbet; mukarrabînin muhabbeti, zâti muhabbettir.

Şurası da bilinsin ki; büyük şehâdet ashâbında hiç bir şeye ruhsat tanımadan nefse muhâlefetle hareket etmek şart koşulmuştur.

Ruhsatsız demek, şerîatın ruhsat diye îzâh ettiği mes’elelerde değil, azmetmelerde de nefse muhâlefet ederler, demektir.

Bizim nefse muhâlefet şartını îzâh hakkında söylediğimiz bu söz salt savâbtır. Sûfî sınıfından nefse muhâlefeti tahkîk edip bu husûsta beyânlarda bulunanların pek çoğu, bu mes’elede hatâ etmişlerdir.

Onlar muhâlefeti îzâh ederken demişlerdir ki, örneğin “Nefs, oruç tutmak ister veyâhut namaz kılmayı murâd ederse, nefse muhâlefet için yemek ve içmek ve namazı terketmek vâcib olur.”

Oysa bu, hatâdır. Çünkü insânî nefsler fıtratındaki asâletin gereğiyle dünyâda nefislerine rahat verecek şeyden başkasını istemez. Şu hâlde nefsin aslına göre taleb ettiği şeyler yemek ve içmek gibi şeylerdir. Orucu talep etmek ve oruca benzeyen nefsin hoşuna gitmeyen şeyleri talep etmek, hayra dönük amellerdendir. Hayra dönük ameller ise, nefs için değil, rûh içindir.

Rûha muhâlefet ise, bu yolun şartlarından değildir. Çünkü rûh, Melik-i Celîl’in arkadaşıdır. Melik-i Celîl ise Allah’ın arkadaşıdır.

Nefs böyle değildir. Nefs hevânın arkadaşıdır. Hevâ da şeytanın arkadaşıdır. Bunun içindir ki, nefse muhâlefet, nefsin emniyetini te’mîn için olup rûh ile yakınlık kurması içindir.

Bu îzâh ettiğimiz nefsî muhâlefete Cenâb-ı Resûlullah (s.a.v), “büyük savaş ” tâbiriyle işâret etmiştir. Ve hadîs-i şerifte “küçük savaştan, büyük savaşa dönüyoruz” buyurmuştur. Bu hadîs, Resûlullah (s.a.v)’in bir muharebeden döndüğü sırada söylenmiştir. İşte bu hikmete dayanmaktadır ki, kılıç ile şehîd olmak küçük şehâdet, muhabbetle şehîd olmak büyük şehâdettir.