63.Bölüm-İnançlar; İbâdetler; Haller; Makâmlar-11-(Kurbet)

7 – Kurbet;

Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşma ma’nâsı olan “kurbet”e gelince; “kurbet” sıfatta Cenâb-ı Hakk’ın mekânetine çok yakın bir şekilde velînin mekânetinden ibârettir.

Kurbet ya’nî yaklaşma kelimesinin böyle bir ma’nâda kullanılması Arabça’da yaygındır. Örneğin “falan âlim, falan kimseye yaklaştı” denir; bu ise “İlimde ve ma’rifette yaklaştı” demektir. “Şu müslim-i tâcir, kârûn-ı Mûsâ’ya yaklaştı” denir. “Servette yaklaştı” demektir.

Özetle, kurbet Hakk’ın isimlerinde ve sıfatlarında açığa çıkışına yakınlaşmış olarak ilâhî kulun isimler ve sıfatlarla çeşitlenmesinde zuhûru demektir.

Karîb ya’nî yakınlaşma tâbirini kullanmamızın sebebi şudur ki, ilâhî kulun ilâhî sıfatlardan bir sıfâtın hakîkatini tam olarak idrâki mümkün değildir.

Şu kadar var ki, ilâhî kul temkîn yolunda tasarrufa kâdir olur da talep ettiği şeyler kendine isyân etmezse ve bu şekilde ilmindeki vâkıf oluşunu da bilirse ya’nî bildiğini bilecek hâle gelirse ve bu âlemde meydana gelmesini istediği şeyi meydana getirebilirse, örneğin ölüyü diriltmek, anadan doğma körün gözünü açmak ve abraj hastasını iyileştirmek ve bunlara benzeyen harîku’l-âde şeyleri yapmaya kâdir olursa, o kimse Hakk’a yaklaşmış, ya’nî bir tür ilâhî civâra nâil olmuş demektir. Buradaki kurb, civârında olmak ma’nâsınadır.

Cenneti görmüyor musun? Cennette ilâhî civârda oluştan bir türe nâil olunca, varlıklar onlara nasıl boyun eğiyor ve ne isterlerse o şekilde oluşuyor.

Bunların irâdelerinde eşyayı vâr edecek derecede olan kudret cennette olmuştur. Bu ise Hakk’a yakınlıktan başka bir şey değildir.

Bu kurbet ya’nî yakınlık makâmı mertebelerinin ilki “hullet”tir.

Hullet;

İlâhî kulun Hak ile tahallülü-(karışması) ya’nî hil’atlenmesi, muhabbetlenmesi demektir. Tahallülün eserleri, madde bedenin bütün parçalarında gözükür.

Bunun alâmeti, o kimsenin “Kün-(Ol)!” demesiyle eşyâ edilgen ve te’sîr alıcı olur. Ya’nî o kimsenin “Kün!” emri kâinâtta te’sîre başlar ve onun “Kün” emriyle illetler ve hastalıklar gider. Hariku’l-âde şeyleri eliyle yapabilir. Ayağıyla havada yürümek ve madde bedeninin tamâmını her sûretle sûretlenebilmek kudretine sâhiptir.

Bu îzâhlar “…Kulum bana nâfileler ile yaklaşır, o derecedeki nihâyet ben ona muhabbet ederim; ben ona muhabbet edince işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı ben olurum…” hadîs-i şerîfinin ma’nâsıdır.

Cenâb-ı Hak bir kimsenin kulağı, gözü, ayağı ve madde bedeninin diğer parçaları olunca o ilâhî kul Allah’ın “halîl”i olur. Ya’nî Hakk’ın nurları, ona tahallül etmiş ya’nî karışmış olur. İşte o kimse Allah için halîldir. O kimsenin İbrâhim (a.s) âit hullet makâmında nasîbi vardır.

Bunun sebebi şudur ki, insânî madde bedenin tamâmı iki kısımdan ibârettir.

Birisi a’zâ, diğeri kuvvetlerdir.

A’zâ el, ayak gibi organlar; kuvvetler de işitme, görme gibi olanlardır. Hak o kimsenin bâtınına da zâhirine de genel bir sirâyet ediş ile sereyân etmiştir.

Bu sayılan şeyler ya’nî kulağı, gözü, dili, ayağı, eli artık başka bir kudrete nâil olduğundan varlıklar onlar için edilgen olur. Çünkü bu sayılanlar, Cenâb-ı Hak’tır; bunun için o kimse eliyle işler, eliyle söyler, eliyle tutar, eliyle bilebilir.

Madde bedendeki diğer a’zâların her birisi ve kuvvetlerinden de her bir kuvvet bu açıklanan şekilde tasarrufa kâdirdir.

Bu çok büyük hâl ise, hulletin şâhidi ve delîlidir.

Görmüyor musun? Bu makâmın efendisi olan İbrâhim (a.s) bu çok büyük hâlin tahakkukunu görmek isteyince, nasıl dört tane kuş aldı ve kuşlardan her bir parçayı bir dağın üzerine koydu. Sonra onları diliyle dâvet edince, o kuşlar uçarak geldiler.

Bu çok büyük hâl delîldir ki, İbrâhim (a.s) her şeye kâdirdir. Bu mu’cîzeler ile Kebîr-i Müteâl hazretlerine yaklaşmıştır.

Vesîle;

Şurası da bilinsin ki; kurbet ya’nî yakınlık makâmı “vesîle”den ibârettir.

Çünkü kurbet, ulaşmış olan kalplerin sükûn bulmasına vesîle olur, ilâhî hakîkatler ile tahakkuk, o vâsıta ile gerçekleşir.

Bu konuda esâs şudur ki, insânî kalpler halk edilişin aslında ilâhî hakîkatlerden mahlûk olmakla berâber ilâhî hakîkatlerin hepsinden yana sâdedir. Çünkü kalpler, varlıklar âlemine inince bu sâdeliği kazanır.

Bunun içindir ki, başka birisinde bir şey görmedikçe kendi nefsinde kabûl edemez. O başkası dediğimiz kimse, o kimse için ayna veyâhut baskı gibidir.

Nefs o şeye bakarak, kendisi için kabûl eder ve kullanır. Ve nefsin bu kullanımı, gördüğü ve taklîd ettiği şeyin asâlet hükmüyle kullanımı gibi olur.

Bundan dolayı Hak ismi ilk olarak rûhların sükûnetine vesîle olup ilâhî vasıflafa o yön meyleder ve yakınlaşır. Kurbet ya’nî yakınlık makâmına ulaşan velînin kalbi ise cisimlerin ilâhî hakîkatler ile tahakkuku husûsunda sükûnete vesîledir. Vesîle olması sebebiyle zuhûru ve eserleri meydana getirir.

Kısaca, bir velînin ilâhî işler ile madde bedenin tahakkuk etmesinin kurbet makâmı sâhiplerinden diğer bir velîdeki husûsun tahakkukunu müşâhedeye ihtiyacı vardır. Ayna olan velî tahakkuk derecesine ulaşmak husûsunda ikinci velî için vesîle olur. Nebîlerden ve evliyâdan hepsinin vesîlesi, Hz. Muhammed (s.a.v)’dir.

Vesîle, kurbet ya’nî yakınlık makâmının aynıdır.

Kurbet makâmı mertebelerinin ilk mertebesi de, hullet makâmıdır. Hullet makâmının nihâyeti habîb makâmının başlangıcıdır.

Çünkü zâtî muhabbet birliksel tahakkuktan ibâret olup iki âşıktan her birisi öbürünün sûreti üzerine zâhir olur. Ve o iki âşıktan her biri diğerinin makâmına geçer.

Madde beden ile rûhu görmüyor musun?

Bu ikisinin bir diğere âşıklığı zâtî olduğu için, dünyâda bedenin elemi ile rûh elemli, âhirette de rûhun elemiyle beden elemli olur.

Bundan başka her birisi öbürünün sûretinde zâhir olabilir.

Bu sırra Cenab-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de Nebî’sine hitâben söylediği “İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh“ ya’nî “Ya Muhammed! Sana bîat edenler, muhakkak Allah’a bîat etmişlerdir” (Fetih; 48/10) âyetinde işâret buyurmuştur. Bu âyette Cenab-ı Hak, Hz. Muhammed (s.a.v)’i kendi nefsi makâmına ikâme etmiştir.

Kezâlik “Men yutiır resûle fe kad atâallâh“ ya’nî “Kim Resûl’e itaât ederse, böylece andolsun ki Allah’a itaât etmiştir” (Nisâ; 4/80) âyetinde de böyledir.

Bundan başka Ebû Saîd el-Hudrî gördüğü rü’yâ üzerine Cenab-ı Resûlullah’a:

Hz. Muhammed (s.a.v), orada Allah’dan halîfe olunca, Allah da burada Hz. Muhammed (s.a.v)’den vekîl oldu.

Vekîl, halîfe; halîfe, vekîldir demektir. O budur, bu odur.

İşte bu mertebede Hz. Muhammed (s.a.v), kemâlât ile ferd olmuştur. İlâhî kemâlât ve makâmlar bâtınen kendisiyle hitâm ya’nî nihâyet bulduğu gibi, zâhiren de risâlet makâmında “Hâtem (Son)” olması buna şehâdet eylemiştir.

Hitam;

Muhabbet makâmının nihâyeti, “hitâm” makâmının başıdır. Hitâm makâmı ise, “zü’l-celâl ve’l-ikrâm”ın hakîkati ile tahakkuktan ibârettir. Yalnız bu husûsta mahlûkun ulaşamayacağı nâdir durumlar istisnâdır.

Eşyâ “hitâm” makâmına varan kimsede icmâl yolu üzere tahakkuk edici olup, o eşyâ Cenâb-ı Hakk’a nisbetle tafsîl yolu üzeredir.

Bunun için kâmil, daha kâmil oluşta daimâ ilerlemede, yükselmededir. Çünkü Allah’ın nihâyeti yoktur. Velî de Cenâb-ı Hakk’ın kendisini zâtında seyir ettirmesinin îcâbına göre ilerleyip, yükselir.

Ubûdet;

Şurası da bilinsin ki, “ubûdet” makâmı bir rütbeye ve kudrete tahsîs edilmiş olmayıp her rütbeyi içine almıştır.

İlerleyip, yükselen velî, ba’zen hullet makâmından halka dönük hazrete döner. Cenâb-ı Hak, onu ubûdet makâmına geçirir.

Velî ba’zen da hubbiyyet makâmından geriye döner.

Ba’zen da hitâm makâmından geriye döner.

Bu îzâhın faydası şudur ki, ubûdet ilâhî kulun ilâhî mertebeden halka dönük hazrete geri dönmesi demektir.

Ubûdet bir makamdır ki, onun için bütün makâmların üzerine saltanat ve mâlik oluş ve üstünlük vardır.

İbâdet, ubûdiyyet ve ubûdet arasındaki farka gelince:

İbâdet, doğru ve güzel fiillerin kuldan karşılık bulma yoluyla çıkmasıdır.

Ubûdiyyet ise yine doğru ve güzel fiillerin kuldan çıkması demek ise de, bunda karşıık bulma talebi yoktur. Belki Allah için hâlis amellerdir.

Ubûdet, bir fiili Allah ile işlemek demektir. Bunun içindir ki, ubûdet makâmının bütün makâmlar üzerine saltanatı ve üstünlüğü vardır.

Aynı şekilde hitâm makâmı da böyledir. Çünkü hitâm makâmı, kurbiyyet ya’nî yakınlık makâmlarının hepsinden süzülmüş olan bir makâmdır. Çünkü “hitâm” evliyâ makâmlarının hatmedilmesinden ya’nî bitirilmesinden ibârettir.

Velînin kurbet makâmına erişmesi, o velînin mahlûk için ulaşılması mümkün olan makâmların hepsinden daha ileriye geçmesi demektir.

Çünkü velî kurbet makâmında Hakk’a katılmış olur. Velînin Hakk’a katılması ise halka âit makâmların hepsinin bitmesi demektir.

O makâma varan velînin hullet makâmından nasîbi vardır.

Aynı şekilde muhabbet makâmından da nasîbi vardır.

Şu halde velî o mertebede kurbet makâmının nefsinde hitâma nâil olur demektir. Hulletin kurbet makâmlarından ilk mertebeye isim olmasında sebep şudur ki, mukarreb olan kimsenin vücûduna Hakk’ın eserleri tahallül eylemiştir ya’nî karışmıştır. Ondan sonra hubbiyyet makâmı gelir.

Hubbiyyet makâmı; ilâhî nazar yerlerinde, Muhammedî makâmdan ibârettir.

Hitâm makâmı, kurbet makâmının nihâyetinin ismidir. Oysa bunun nihâyetine yol yoktur. Çünkü Allah için nihâyet yoktur.

Şu kadar var ki, hitâm ismi kurbet makâmlarının hepsinin üstüne çekilen nûrânî latîf bir buluttur.

Her kim bu kurbet makâmına ulaşırsa, o kimse, “hatemü’l-evliyâ” ya’nî “evliyânın sonuncusu” olup hitâm makâmında Resûlullah (s.a.v)’in vârisidir.

Çünkü kurbet makâmı, makâm-ı mahmûd ve vesîle makâmıdır. Oraya kadar ulaşan velînin vardığı yer, kimsenin erişemeyeceği bir makâm demektir.

Bundan dolayı o kimse, ilâhî makâmlarda “ferd”dir. Bunlara efrâd denilir ve o makâmın Hz. Muhammed (sav)’e mahsûs olduğuna inanmak zorunludur.

Buna Hz. Resûlullah (s.a.v) “Vesîle cennette en yüksek bir mâkamdır. Bu makâma erişmek yalnız bir kimse için kolaylaştırılmıştır. Ümîd ederim ki, o kimse benim” hadîs-i şerîf ile işâret etmiştir.

Çünkü mevcûdun başlangıcı odur, bitişinin de onun için olması lüzûmludur.

El-hamdü lillahi ale’t-temâm ve’s-selâtu ve’s-selâmü alâ seyyidi’l-enâm.