Ulûhiyyet Hakkındadır
Vücûda âit hakîkatlerin hepsine ve o hakîkatleri gerçek yüzleri ile mertebelerinde korumaya ulûhiyyet derler. Vücûd hakîkatleri ta’bîriyle, zuhûr yerleriyle açığa çıkanın hükümlerini, ya’nî Hak ile halkı kastediyoruz. İlâhî mertebelerin ve varlıksal mertebelerin hepsine kapsam olmak ve bunlardan her birine vücûd mertebesinden hakkını vermek, ulûhiyyetin ma’nâsıdır; Allah, o mertebe sâhibinin ismidir. Bu isim, Vâcibü’l-Vücûd Teâlâ ve tekaddes hazretlerinin zâtından başkası için olamaz. Bundan dolayı zâtî zuhûr yerlerinin a’lâsı, ulûhiyyet zuhûr yeridir. Çünkü ulûhiyyetin her zuhûr yeri üzerine, bütünsel ihâtası ve mutlak olarak kapsam oluşu ve her vasıf ve isim üzerine saltanatı vardır.
Ulûhiyyet,Ümmü’l-Kitâb’dır;Kur’ân ahadiyyettir;Furkân vâhidiyyettir;Kitâb-ı Mecîd, rahmâniyyettir. Bu ta’bîrlerden her biri i’tibârîdir. Yoksa tahkîk ehlinin kullandığı terimlere göre ilk i’tibâra bakarak Ümmü’l-Kitâb, Zât’ın özünün mâhiyetidir. Kur’ân zâttan ibârettir. Furkân sıfâttan ibârettir. Kitâb, mutlak vücûddan ibârettir. Bu ibârelere âit ayrıntılar bu kitâbın ilgili bölümlerinde gelecektir.
Tahkîk ehlinin kullandığı terimleri ve bizim hakîkatine işâret ettiğimiz sözleri bilince, bu iki îzâh arasında ihtilâf olmayıp, ihtilâfın ibârede olduğunu ve sıfâtın bir şey’ olduğunu idrâk etmiş oldun. Bu bahsettiğimiz îzâhları güzelce anlamış isen, senin için aşağıdaki îzâhım da açılmış olur. O îzâh şu şekildedir:
Ulûhiyyetin saltanatı altında bulunan isimlerin a’lâsı “ahadiyyet”tir.
Vâhidiyyet, Hakk’ın ahadiyyetten tenezzüllerinin ilkidir.
Vâhidiyyetin kapsam olduğu mertebelerin a’lâsı da rahmânî mertebedir.
Rahmânî zuhûr yerlerinin a’lâsı da rubûbiyyettedir.
Rubûbiyyet mertebelerinin a’lâsı da, “Melik” kerîm ismindedir.
Melikiyyet, rubûbiyyetin; rubûbiyyet, rahmâniyyetin; rahmâniyyet, vâhidiyyetin; vâhidiyyet, ahadiyyetin; ahadiyyet ulûhiyyetin altındadır. Çünkü ulûhiyyet, vücûdî olan ve vücûdî olmayan hakîkatlerin bütünsel olarak ihâtasından ve mutlak kapsam oluş ile hakkını vermekten ibârettir. Ahadiyyet, vücûd hakîkatlerinden bir hakîkattir.
Özetle, ulûhiyyet en üsttedir. Bunun için Hakk’ın Allah ismi, isimlerinin a’lâsıdır ve “Ahad” isminden daha âlîdir.
Ahadiyyet, zât zuhûr yerlerinin nefsine tahsîs edilmesi demektir. Ulûhiyyet, zât zuhûr yerlerinin nefsine ve gayrısına kapsam oluşu i’tibârı ile olduğundan en üstündür.
Onun için ehlullâh, ahadiyyet tecellîsini men’ etmişlerdir, ulûhiyyet tecellîsini men’ etmemişlerdir; çünkü ahadiyyet, sırf Zât olup, sıfatların o zâtta zuhûru düşünülemez; nerede kaldı ki, mahlûk o ahadiyyetle zâhir olsun. Bundan dolayı her bakış açısından ahadiyyeti mahlûka bağlamak imkânsızdır.
Özetle, ahadiyyet zâtıyla kâim olan Kadîm-i Mutlak içindir. Vâcibü’l-vücûd’un zâtı hakkında zâtı için kendi nefsinden hiç bir şey kendisine gizli olmadığından ahadiyetin ona tahsîs edilmesi hakkında söz yoktur.
Eğer sen, “O” oldunsa sen, “sen” değilsin; belki O’sun. Eğer “O” sen olduysa O değil, belki sensin sen! Kim bu tecellîye mazhar olabilirse, bilsin ki o tecellî, vâhidiyyet tecellîlerindendir, ahadiyyet tecellîlerinden değildir. Çünkü ahadiy-yet tecellîsinde ne “ente(sen)” ne “hû(o)” zikrine imkân yoktur, bunu anla!
Bu kitâbın ilgili bölümünde ahadiyyet hakkında gerekli sözler konulmuştur.
Şurası da bilinsin ki: varlık ile yokluk birdîğere karşılıktır. Ulûhiyyet feleği bu ikisini ihâta etmiştir; çünkü ulûhiyyet kadîm ve sonradan olan, halk ve Hak, varlık ve yokluk gibi birdîğere zıt olan sıfatları toplamıştır. Bundan dolayı ulûhiyyette vâcib olan şey, vâcib olarak açığa çıktıktan sonra muhâl olarak da açığa çıkabilir. Muhâl olan şey, muhâl olarak açığa çıktıktan sonra vâcib olarak da açığa çıkabilir.
Ve ulûhiyyette Hak, halk sûretiyle de açığa çıkar, “Ben, Rabb’imi genç bir delikanlı sûretinde gördüm” hadîs-i şerîfinde olduğu gibi.
Aynı şekilde ulûhiyyette halk, Hak sûretiyle de açığa çıkar. “Allah Âdem’i kendi sûreti üzere hálk etti” hadîsinde olduğu gibi.
Bu îzâh edilen tezâd üzerine ulûhiyyetin, her şeye hakîkatlerden kapsam olduğu hakikatle hakkını verdiği anlaşılır.
Şu halde Hakk’ın ulûhiyyette açığa çıkması mertebelerin en kâmili ve a’lâsı ve görünme yerlerinin en üstünü ve a’lâsı üzerinedir.
Halkın ulûhiyyette açığa çıkması ise, imkân dâhilinde olanların aynı cins olmaklık ve zıt olmaklık ve yokluk ve varlık bakış noktalarından hak ettiği mertebeye göredir.
Vücûdun ulûhiyyette açığa çıkması, Hak ve halkın ve bunlardan her birisi-nin ferdlerinin mertebece hak ettiği kemâl üzerinedir.
Yokluğun ulûhiyyette zuhûru, salt fenâda gayr-i mevcûd olan en mükemmel vecihte batnları, sırflığı, yalnızlığı ve mahvda oluşu üzerine tertîplidir. Yokluğun ulûhiyyette zuhûru meselesi, öyle bir sırdır ki, bu sırrı akılsal ve fikirsel yoldan idrâk etmeye ve ârif olmaya yol yoktur. İlâhî tecellî ile ârif olunan ilâhî umûmî tecellî içinden, bu özel zevke ya’nî yaşayışa ilâhî keşf ile ulaşabilen bu sırrı anlar.
Bu bir sırdır ki, evliyâullâhdan kâmil olanların hayrete düştüğü yerdir. İşte bu ulûhiyyete Cenâb-ı Peygamber “Ben Allah’ı sizden daha çok bilen ve sizden çok Allah’dan korkan bir kimseyim” hadîsiyle işâret etmiştir. Rasûlullâh, “Rab’dan, Rahmân’dan” dememiş, “Allah’dan korkarım” demiştir. Bu sırra “ve mâ edrî mâ yuf’alu bî ve lâ biküm” ya’nî “Bana ne işlenecek, size ne işlenecek, ben onu bilmem” (Ahkâf, 46/9) âyetinde de işâret vardır.
Ya’nî Peygamber (s.a.v) yukarıdaki hadîs ile demek istiyor ki: Ben mevcûdların içinden Allah’a ve o Allah’ın dergâhında açığa çıkarılacak şeye en çok vâkıf bir kimseyim; fakat ilâhî tecellîde hangi sûrette açığa çıkacağım, onu bilemem. Ulûhiyyetin hükmü neyi gerektirirse, ona göre açığa çıkarım.
Ulûhiyyetin hükmünde ise, zıtları barındırmayan kânun yoktur; bundan dolayı o hüküm bilinir ve bilinmez ve o hükme cehâlet bağlanır ve bağlanmaz. Çünkü ulûhiyyet tecellîsi için çokluk âleminin ayrıntılarında bir yerde durup tecellînin kesilme sınırı yoktur; bundan dolayı ulûhiyyete idrâkin ayrıntılı olarak bağlanmasına vecihlerden bir vecih için imkân yoktur. Çünkü sonu olmayan Hak üzerine bu tür idrâkin olması muhâldir. Şüphe yoktur ki, sonu olmayan şeyi idrâk için yol yoktur.
Lâkin Cenâb-ı Hak, ba’zen külliyyet ve icmâl sûretiyle ba’zı kimseler için tecellî eder. Bu tecellîden hisse alan kâmiller derece ve mertebeler i’tibârı ile çeşitlidirler. O icmâlden ne kadar ayrıntıya mazhar olurlarsa ve kebîr-i müteâl olan Hakk’ın onlarda tecellîsi ne derecede olursa, hisseleri o tecellî ile orantılıdır. Bundan dolayı kâmillerde kemâl eserleri, tecellîlerin zuhûruna ve eserlerine tâbi’dir.
Kasîdenin Tercümesi
“Ey sabâ rüzgârı! Göz yaşı ile kalb ateşi arasında yanan âşıkın haberini, ma’nevî diyârın erlerine eriştir; Ve o diyâra gündüz vakti inmeye tahammül edemeyeceğin için, gece vakti in! O diyâr bir yerdir ki, orada ceylânlar, arslanları avlar ve o diyârda arslanlar ava dadanmamışlardır.
Biz, o erler ile beraber durmaya tahammülü kaybettiğimizden, bizden ayrıldılar. Biz de onların ziyâretinden uzak olmaya râzı olduk. İlâhî güzellikler kalbe Kur’ân’ını yazdı ve o Kur’ân’ı kalbin üzerine kudretle indirdi.
Kalb de, aşk âyetini okudu. Hattâ iştihâr sırrı sûresini kemâle erdirdi. Peçeden cemâl gözüktü. Bakanları örtünmekle güldürdü. O güzelliğe hayret ederek hakîkat ağzından öyle bir söz çıktı ki, “örtünme şarâbı” demek olan ağzının suyu ile sarhoş etti.
Kalbleri esîr olarak görünce fakrın sıhhati ile ganîmet buldunuz, diyerek aşağıdaki beyânlarda bulundu:
Fakîre, ilâhi sır dedi ki: Vücûdda benden başka ne varsa hepsi bendendir. Vücûd benim zâtımdır; ben onu kendi tercihim ile çeşitlenmelere uğrattım. Ben bir rü’yâ gibiyim; bir gün kırmızılık, bir gün sarılıkla renklenirim. Kırmızılık beyazı mahv ile tecellî edince, çokluk meydana geldi. Bu çokluk renklenmelere ârızdır, yoksa benim zâtımda bölünme ve farklı oluş muhâldir.
Farklı oluş, renklenmededir ve örtme o renklenmeye âit olup, bende geçerli değildir. Âlemlerimde mâden, bitki, pâk rûh adına ne varsa, hepsi benim sûretlerim olup, o şekiller perdelerdir. O sûretler ortadan kalkarsa, ben ortadan kalkmam; onlar, ortadan kalkar. O sûretlerin birdîğeriyle uyuşması, uyuşmazlık şeklindedir.
Bu bir mertebedir ki, benim mekânımın, en yüksek kubbesine yükselmektir. Bana mahsûs bir ma’nâ vardır, o ma’nâ zâhir olunca, ben onun ma’nalarından, fakrdan gınâ hâsıl etmiş bir ma’nâ olurum.
İkinci ma’nâ ortadan kalkarsa, ben ezelden ebede soyunmadığım elbiseden yine soyunmam. Benim, nûr tecelligâhı olan azîz zâtım için olan her ma’nâ, o sûretlerle karışmıştır.
Ulûhiyyetim, zâtım için asıldır, belki fer’dir. Artık sen benim işâretimi anla ve hayret et ki, hükümde asıl olan şey, sirâyet ettiği görünme yeri olan fer’i örtmektedir.
Sözüm seni dehşete düşürmesin.
Benim fer’im örtünmekte olandan başka değildir. Her fer’, o asıl üzerine binâ olmuştur. O asıl, benim zahirim ve bâtınım için asıldır. Zâhir olunca, ben o asılda tecellî ederim. İzâle olununca örtünmede kalırım. Sen onu bilirsin, göremezsin; beni de görürsün, bilemezsin.
Bu bir genel kâidedir ki, benim için dâimî olarak geçerlidir. Oysa ben görülmekten ve gizlenmekten ganîyim.”
Özetle:
Ulûhiyyet, eseri görülür, bakışta kayıptır. Hükmü bilinir, resmi görülmez; zât ise, ayn’ı görülür; benliği, ya’nî vasfı mechûldür. Zâtı açıkça görürsün, fakat bunun için idrâke sebep olan yeterli îzâh bulamazsın.
Görmüyor musun? Bir adamı gördüğün zaman bilirsin ki, o adam çeşitli vasıflarla vasıflanmıştır. O adamda sâbit olan vasıflar, senin ilim ve i’tikâdın ile husûle gelir. O vasıfları müşâhede edemezsin. Ammâ zâtına gelince; kendine mahsûs görüntüsüyle zâtını aynen görürsün. Fakat o zâtta vâkıf olamadığın diğer vasıfları bilemezsin; çünkü mümkündür ki, o zâtın bin tâne vasfı olsun da, sana onlardan açıkça gözüken ba’zısı olabilsin!
Netîce:
Zât, görülür; vasıflar, mechûldür; vasıflarından ancak eserlerini görebilirsin. Ammâ vasfın nefsini elbette ve elbette görmek mümkün değildir. Bunu bir örnek ile îzâh edelim:
Yiğit olan bir adamın savaş zamânında gayretini görürsün. Bu gayret yiğitlik değildir, yiğitliğin eseridir. Kerîm olan kimseden de, verdiklerini görürsün: bu görülen “kerem” değil, keremin eseridir. Çünkü sıfat, zâtta örtülüdür. O sıfatın kendisinin zuhûruna imkân yoktur. Eğer sıfatın kendisinin zuhûru câiz olursa, zâtından ayrılması da câiz olurdu; bu ise mümkün değildir, bu sırrı anla!
Ulûhiyyet için bir sır daha vardır. Şey’iyyet ismi kendisine verilen eşyâdan her ferd, ulûhiyyetin saltanatı altında dâhil olan eşyâ ferdlerinin geriye kalanının hepsini zâtıyla ihtivâ eder. O şey, kadîm olsun, sonradan olsun, mevcûd olsun, yok hükmünde olsun farketmez. Bunun temsîli olarak anlatımı şu şekildedir:
Birdîğerine karşılıklı duran aynalar konulduğu zaman, bunların hepsini o aynalardan her biri ihtivâ eder. “Birdîğerine karşılıklı konulan aynalardan her birinde diğerinin ihtivâ ettiği şey mevcuttur” denildiği zaman, o aynalardan birisinde mevcûd olan ancak onda görülmekte olan şeydir.
Bütün hepsini ihtivâ eden dîğer aynalardan her birisi ki –türlü türlü ferdlerden ibârettir- bunların, ya’nî bu türlü türlü ferdlerin hâricinde kalması lâzım gelir diye düşünülürse, bu durumda vücûdun ferdlerinden her ferdin ihtivâ ettiği şeyi yalnız zâtının istihkâkına göre olup, ondan fazla değildir, demek câiz olur.
Yok eğer karşılıklı duran aynalardan her birinde hepsinin vücûdunu i’tibâr etmek düşünülür de, “mevcûdların hepsi vücûd ferdlerinden her ferdde mevcûttur” denilirse, bu da câizdir.
Hakîkate bakarak ise bu sözler gâyenin özü üzerine geçirilmiş kabuktan ibârettir. Bunları söylemem bir tür tuzak olup, ahadiyyet şebekesinde uçma fikrinin düşmemesi arzûsuna yöneliktir
Özetin özeti: Zât’ta sıfâttan hakettiği her şeyi görürsün. Bu sözlerimden kabuğu bir tarafa atarak, özünü al. Yüzdeki peçeyi görüp de, yüzü görmekten a’mâ olanlar gibi olma!
Kasîdenin Tercümesi
“Kalem sizinle sâbit, sizinle sâkin, sizinle tavırlarda dönücüdür. Güzelliğinizin hayâli, ebedî bir şekilde kalbime gelir gider. Siz, benim nefsimden başka bir şey değilsiniz. Nefsimden hârice nereye kaçabilirsiniz?
Ben nefsimi terk ettim. Sizin varlığınızdaki tavırların dönüşleri ile dönmekteyim. Ben, ‘ben’i terk edince, ben ‘ben’i buldum. Arada ne ana ve ne de baba vardır. Geçmişimi de, geleceğimi de inkâr ettim.
Kendimden, vechine yakınlaşmaya sebep olan ihtisâsı kendimden kaldırdım. Bu konuda şekkim şüphem yoktur. O “Kuddûs”, benim. Ezelî amânın kudsiyyeti perdesindeyim. Herkes için hayrete sebep olan kemâlâtı ihtivâ eden ferd, benim. Ben, varlık değirmeni dâiresinin kutbuyum. Yüce vasıfları içine alan ulvîlik bendedir.
Hayrete sebep olan ben olduğum gibi, hayreti ihtivâ eden her şahıs da benim. Benim vücûd güneşim, güzellikler feleğinde daimî parlamakta olup, batması yoktur. Benim için, mekânın üstündeki mekânda kimsenin yaklaşamayacağı bir ulviyyetim vardır.
Her kılın bittiği yerde, benim âşikâr kemâlim vardır. Her türlü sesle, her dalda terennüm eden benim rûh kuşumdur. Ba’zen açık, ba’zen örtülü olan sûretimin her bir tecellîgâhında, kemâlin hepsini taşıyan benim! Bunun içindir ki, dönüşüm daimîdir.
Ben derim ki, Hakk’ın mahlûkuyum; halbuki Hak benim zâtımdır. Siz bana hayret edin: Yalanlanması mümkün olmayan sözümden nefsimi tenzîh ederim. Cenâb-ı Hak (celle ve a’lâ) hazretleri ulviyyet ve kudsiyyet sâhibidir. Benim halkımdaki şimşekler, yağmur yağdırmayan şimşeklerdir, yıldırımlardır. Ben, var değilim, O “zevâl bulmaz olan”dır.
Sözü niçin uzatayım, söz zayi’ oldu. Ne kelâm vardır, ne de hayrete sebep olan; sükût vardır. Benim güzelliklerim, ulvîlikleri topladı.
Günâhkâr da benim, mağfiret eden de benim!”